27 Eylül 2016

ELEŞTİRİNİN GENEL TARİHÇESİ


Batı’da sanatın anlamına ilişkin bir diyalektik arayış ile ortaya çıkan eleştiri kurumu, kültür hayatımız içinde bu değişimin bir gereği olarak yer bulmuştur denilebilir. Özet bir biçimde “Yapıt ve yazarları incelemek, onları aydınlatmak, açıklamak, değerlendirmek[1]olarak tanımlanabilecek olan eleştiri, Avrupa’dan yazımıza aktarılan diğer türler gibi tam olarak bir karşılık bulamamıştır. Bu dâhil olma meselesi doğal olarak sadece bir türün aktarımı değil, aynı zamanda ona ait kuramların, yöntemlerin ve biçimlerin de aktarılmasını içermiştir.
Devellioğlu’nun Lûgat’inden öğrendiğimize göre tenkid, nakd (para) kökünden gelmektedir. Doğru kullanımı olan intikad “kalp parayı gerçeğinden ayırma” işidir ki Fransızcadan dilimize giren kritik (critique), bu ayırma işi ile tanımlanır. Eleştiri, yukarıdaki tanımlamadan da anlaşılacağı üzere bir eser ya da düşüncenin belirli kriterlere, esaslara göre incelenmesi ve değerlendirilmesidir. Eleştirmenin yöntemine ve eleştiriye yüklediği anlama göre de eserin edebî biçimi, yazınsal tür içindeki yeri, sosyolojik ya da tarihsel durumu gibi esere ait bir takım değerleri öne çıkarır, tartışır ve kıymetlendirir[2].
Bir sanat eserinin ait olduğu gerçeklik düzlemini yansıttığından hareket eden yansıtma kuramları Platon’un hocası Sokrat’tan öğrendikleriyle ortaya çıkmıştır. Platon sanatı kendi felsefesinin içinde anlamlandırır ve ona bilgi ve ahlak yönlerinden bakar. Sanatın bilgiyle ilişkisi yönünden Batı felsefesi üzerinde aşikâr bir tesiri vardır Platon’un. Onun gerçek bilgiyi ideaların bilgisi olarak görmesi ve bu dünyaya ait her şey gibi bilgiyi de sadece ideaların yansıması olarak kabul edişi, sanatın verdiği bilgiyi önemsememesine sebep olur. Platon için sanat, ideaların kopyasını ihtiva eden bu dünyanın yansıtılmasıdır ki bu da onu kopyanın kopyası olarak nitelemeye yeter. Sanatçı da bir tür bilgi aktarıcısıdır. Sanatçı ya tanrının yarattığı kopyaları ya da diğer insanların ve zanaatkârların ürettiği kopyaları kopyalamaktan öteye gidemez. Sahip olduğu bilgi duydukları ve gördükleridir ki bu da sanatçıyı hakikate ilişkin olarak yetkisiz kılmaktadır. Yani bilmediği konularda ahkâm kesen birisidir[3].  Platon’un kavrayışında sanatın, bilgiyi aktaran ve toplum ahlakı üzerinde etki eden bir müessese şeklinde işlevselleştirildiği söylenebilecektir. Sanatsal üretimi belirli bir işlev içinde ve değere bağlı olarak ele alan bu bakışın eleştirisi de bu yöndedir. Yansıtmacı kuram içerisinde eser, işlevsel ve değerlerle ilişkili olarak ele alınmaktadır. Modern zamanlarda tam aksi istikamette bir felsefenin mahsulü olan Marksist eleştirinin materyalist yapılanışında aynı sav yeniden inşâ edilir. Ne var ki Marksist eleştirinin temellendiği gerçekçilik anlayışı, Platoncu yorumun idealize edilmiş gerçekliği yerine, içinde yanlışlıkları, çirkinlikleri de barındıran alelade gerçekliği öne alır. Sanat bu yorumda da hala bir aynadır: Gözlem sahibi olan sanatçı, dış dünyayı her yönüyle yansıtma gayretindedir[4]. Marksist estetik, bunu biraz incelterek gerçekliğin toplumcu bir biçimde işlenmesi üstünde durmaktadır.
Yansıtmacı kurama bağlı olarak gelişen farklı eleştiri yöntemlerinin hepsi, edebî/sanatsal eserin mevcudiyeti aktardığı yahut gerçekliğe bağlı bir düzlemde ortaya çıktığı esasına dayanırlar. Yansıtmacı bir eleştirel yaklaşım güzelliği biçimsel bir değer olarak ele almakla birlikte eserin bütünü açısından işlevsellik temelinde tenkide başvurarak, eseri sosyal ve tarihsel geçerliliğine göre anlamlandırmaktadır.
Bu noktada tarihsel eleştiriden de bahsetmek gerekir, bir eserin estetik değerinin belirlenmesinde, eserin oluşturulduğu tarihsel koşullar içinde ele alınmasından hareket eden tarihsel eleştiri, sanatın zaman karşısında bağımsız olarak irdelenebilme imkânını sorgular. Bunun yöntemiyse öncelikle eserin kendi tarihsel durumuna ait analizin gerçekleştirilmesi, müteakiben kendi çağına ait bu eserin, o çağdaki estetik değerini halen daha sürdürüp sürdürmediğinin tespit edilmesidir. Tarihsel eleştirinin bu yönden tarihsel bilgi birikimi yanı sıra, dönemsel olarak belirebilen zihniyet taramasına ve dünya görüşlerine hâkim olmayı gerektirdiği açıktır.
Yansımacı eleştiri için bir diğer yöntem de sosyolojik eleştiridir. Bu eleştirinin güç kazanması, sosyolojinin bir disiplin olarak ortaya çıktığı XIX. asra tekabül etmektedir. Yöntemi ilk olarak geliştirip kullanan Taine, toplumsal olayların da biyolojik ve fiziksel olaylar gibi doğa yasalarına benzer bir takım yasalara bağlı olduğu fikrinden hareket eden Comte düşüncesine paralel bir gerekirci açıklamaya başvurdu[5].

TARİHSEL ELEŞTİRİ
       “Tarihsel eleştiri”nin başlangıç tarihini tam olarak vermek mümkün görünmese de, 1894 yılında yayına başlayan, günümüzde de yayını devam eden “Fransa’nın Edebiyat Tarihi” isimli edebiyat dergisi kurucularından Gustave Lanson’un tüm eserlerinde ve makalelerinde edebiyat eserlerini retorik yaklaşımla değerlendirmeyi reddeden bakış açısının yayılmaya başladığı 19. yy.ı tarihsel eleştiriye geçiş dönemi olarak adlandırabiliriz. Tarihsel eleştirinin kaynağında tıpkı diğer entelektüel hareketlerin kaynağında da olduğu gibi eskidiği ve yararsızlaştığı düşünülen bir önceki değerlerin reddedilmesi, yerine yenilerinin getirilmesi bulunmaktadır. Bu bağlamda “Tarihsel Eleştiri” özellikle trajedi türünün tanımının yapılıp, kurallarının belirlendiği, Aristo’nun “Poetika” adlı eserinden esinlenerek yapılan retorik yaklaşımla edebî eserlerin eleştirilmesi savını ortadan kaldırma çabasına girmiştir[6].
      1810’lu yıllarda Sorbonne Üniversitesi’nde yeni bir entelektüel yaklaşım, felsefeci Victor Cousin, tarihçi François Guizot ve edebiyatçı Abel Villemain’in üçlü çalışma grubunun çalışmaları ile ortaya çıktı[7].  Felsefenin, edebiyatın ve tarihin bir arada değerlendirildiği bu çalışmalar sonucunda, edebiyatın estetik yönünün felsefeyle, gerçeklik yönünün de tarihle değerlendirildiği, “Tarihsel Eleştiri” türünün temelleri atıldı. Bu çalışmaların sonucunda üniversite çevrelerinde önemli değişimler oldu. Edebiyat derslerinin içeriğinde yazarlar incelenirken mutlaka döneme ait toplumsal özelliklerin altının çizildiği tarih seminerleri verilmeye başlandı.
1789 Fransız İhtilali yıllarına gelindiğinde Rousseau’nun farklı bakışlar sunan bir edebiyatın gerekli olduğu savı karşımıza çıkar[8].
 1800’lü yıllarda Mme de Staël, değişim ve ilerleme kavramlarının edebiyatta incelenmesi gerektiğinin altını çizmeye başlamıştır. Edebiyat tarihçileri 19. yüzyılda ortaya çıkan “Sosyolojik Eleştiri” türünün, edebiyat dünyasında sonuçsuz tartışmalara bir nokta koymak, edebiyat eserini öznel bakış açısından kurtularak incelemek amacıyla önem kazandığını söylemektedir. “Sosyolojik Eleştiri”nin en önemli isimlerinden biri olan H. Taine her toplumun kendine ait bir edebiyatı olmasının nedenini açıklarken, edebiyat eserlerinin ırk, ortam ve dönem üçgeninde incelenmesi gerektiğinin önemini vurgulamaktadır.        



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder