Batı’da sanatın anlamına ilişkin bir diyalektik
arayış ile ortaya çıkan eleştiri kurumu, kültür hayatımız içinde bu değişimin
bir gereği olarak yer bulmuştur denilebilir. Özet bir biçimde “Yapıt ve yazarları incelemek, onları
aydınlatmak, açıklamak, değerlendirmek”[1]olarak
tanımlanabilecek olan eleştiri, Avrupa’dan yazımıza aktarılan diğer türler gibi
tam olarak bir karşılık bulamamıştır. Bu dâhil olma meselesi doğal olarak
sadece bir türün aktarımı değil, aynı zamanda ona ait kuramların, yöntemlerin
ve biçimlerin de aktarılmasını içermiştir.
Devellioğlu’nun Lûgat’inden öğrendiğimize göre tenkid, nakd (para) kökünden
gelmektedir. Doğru kullanımı olan intikad “kalp
parayı gerçeğinden ayırma” işidir ki Fransızcadan dilimize giren kritik (critique), bu ayırma işi ile tanımlanır.
Eleştiri, yukarıdaki tanımlamadan da anlaşılacağı üzere bir eser ya da
düşüncenin belirli kriterlere, esaslara göre incelenmesi ve
değerlendirilmesidir. Eleştirmenin yöntemine ve eleştiriye yüklediği anlama
göre de eserin edebî biçimi, yazınsal tür içindeki yeri, sosyolojik ya da
tarihsel durumu gibi esere ait bir takım değerleri öne çıkarır, tartışır ve
kıymetlendirir[2].
Bir sanat eserinin ait olduğu gerçeklik düzlemini
yansıttığından hareket eden yansıtma kuramları Platon’un hocası Sokrat’tan
öğrendikleriyle ortaya çıkmıştır. Platon sanatı kendi felsefesinin içinde
anlamlandırır ve ona bilgi ve ahlak yönlerinden bakar. Sanatın bilgiyle
ilişkisi yönünden Batı felsefesi üzerinde aşikâr bir tesiri vardır Platon’un.
Onun gerçek bilgiyi ideaların bilgisi olarak görmesi ve bu dünyaya ait her şey
gibi bilgiyi de sadece ideaların yansıması olarak kabul edişi, sanatın verdiği
bilgiyi önemsememesine sebep olur. Platon için sanat, ideaların kopyasını
ihtiva eden bu dünyanın yansıtılmasıdır ki bu da onu kopyanın kopyası olarak
nitelemeye yeter. Sanatçı da bir tür bilgi aktarıcısıdır. Sanatçı ya tanrının
yarattığı kopyaları ya da diğer insanların ve zanaatkârların ürettiği kopyaları
kopyalamaktan öteye gidemez. Sahip olduğu bilgi duydukları ve gördükleridir ki
bu da sanatçıyı hakikate ilişkin olarak yetkisiz kılmaktadır. Yani bilmediği
konularda ahkâm kesen birisidir[3]. Platon’un kavrayışında sanatın, bilgiyi
aktaran ve toplum ahlakı üzerinde etki eden bir müessese şeklinde
işlevselleştirildiği söylenebilecektir. Sanatsal üretimi belirli bir işlev
içinde ve değere bağlı olarak ele alan bu bakışın eleştirisi de bu yöndedir.
Yansıtmacı kuram içerisinde eser, işlevsel ve değerlerle ilişkili olarak ele
alınmaktadır. Modern zamanlarda tam aksi istikamette bir felsefenin mahsulü
olan Marksist eleştirinin materyalist yapılanışında aynı sav yeniden inşâ
edilir. Ne var ki Marksist eleştirinin temellendiği gerçekçilik anlayışı,
Platoncu yorumun idealize edilmiş gerçekliği yerine, içinde yanlışlıkları,
çirkinlikleri de barındıran alelade gerçekliği öne alır. Sanat bu yorumda da
hala bir aynadır: Gözlem sahibi olan sanatçı, dış dünyayı her yönüyle yansıtma
gayretindedir[4].
Marksist estetik, bunu biraz incelterek gerçekliğin toplumcu bir biçimde
işlenmesi üstünde durmaktadır.
Yansıtmacı kurama bağlı olarak gelişen farklı
eleştiri yöntemlerinin hepsi, edebî/sanatsal eserin mevcudiyeti aktardığı yahut
gerçekliğe bağlı bir düzlemde ortaya çıktığı esasına dayanırlar. Yansıtmacı bir
eleştirel yaklaşım güzelliği biçimsel bir değer olarak ele almakla birlikte
eserin bütünü açısından işlevsellik temelinde tenkide başvurarak, eseri sosyal
ve tarihsel geçerliliğine göre anlamlandırmaktadır.
Bu noktada tarihsel eleştiriden de bahsetmek
gerekir, bir eserin estetik değerinin belirlenmesinde, eserin oluşturulduğu
tarihsel koşullar içinde ele alınmasından hareket eden tarihsel eleştiri,
sanatın zaman karşısında bağımsız olarak irdelenebilme imkânını sorgular. Bunun
yöntemiyse öncelikle eserin kendi tarihsel durumuna ait analizin
gerçekleştirilmesi, müteakiben kendi çağına ait bu eserin, o çağdaki estetik
değerini halen daha sürdürüp sürdürmediğinin tespit edilmesidir. Tarihsel
eleştirinin bu yönden tarihsel bilgi birikimi yanı sıra, dönemsel olarak belirebilen
zihniyet taramasına ve dünya görüşlerine hâkim olmayı gerektirdiği açıktır.
Yansımacı eleştiri için bir diğer yöntem de
sosyolojik eleştiridir. Bu eleştirinin güç kazanması, sosyolojinin bir disiplin
olarak ortaya çıktığı XIX. asra tekabül etmektedir. Yöntemi ilk olarak
geliştirip kullanan Taine, toplumsal olayların da biyolojik ve fiziksel olaylar
gibi doğa yasalarına benzer bir takım yasalara bağlı olduğu fikrinden hareket
eden Comte düşüncesine paralel bir gerekirci açıklamaya başvurdu[5].
TARİHSEL ELEŞTİRİ
“Tarihsel eleştiri”nin başlangıç
tarihini tam olarak vermek mümkün görünmese de, 1894 yılında yayına başlayan,
günümüzde de yayını devam eden “Fransa’nın Edebiyat Tarihi” isimli edebiyat
dergisi kurucularından Gustave Lanson’un tüm eserlerinde ve makalelerinde
edebiyat eserlerini retorik yaklaşımla değerlendirmeyi reddeden bakış açısının
yayılmaya başladığı 19. yy.ı tarihsel eleştiriye geçiş dönemi olarak
adlandırabiliriz. Tarihsel eleştirinin kaynağında tıpkı diğer entelektüel
hareketlerin kaynağında da olduğu gibi eskidiği ve yararsızlaştığı düşünülen
bir önceki değerlerin reddedilmesi, yerine yenilerinin getirilmesi
bulunmaktadır. Bu bağlamda “Tarihsel Eleştiri” özellikle trajedi türünün
tanımının yapılıp, kurallarının belirlendiği, Aristo’nun “Poetika” adlı
eserinden esinlenerek yapılan retorik yaklaşımla edebî eserlerin eleştirilmesi
savını ortadan kaldırma çabasına girmiştir[6].
1810’lu yıllarda Sorbonne
Üniversitesi’nde yeni bir entelektüel yaklaşım, felsefeci Victor Cousin, tarihçi François Guizot ve
edebiyatçı Abel
Villemain’in üçlü çalışma grubunun çalışmaları ile ortaya
çıktı[7]. Felsefenin,
edebiyatın ve tarihin bir arada değerlendirildiği bu çalışmalar sonucunda,
edebiyatın estetik yönünün felsefeyle, gerçeklik yönünün de tarihle
değerlendirildiği, “Tarihsel Eleştiri” türünün temelleri atıldı. Bu
çalışmaların sonucunda üniversite çevrelerinde önemli değişimler oldu. Edebiyat
derslerinin içeriğinde yazarlar incelenirken mutlaka döneme ait toplumsal
özelliklerin altının çizildiği tarih seminerleri verilmeye başlandı.
1789
Fransız İhtilali yıllarına gelindiğinde Rousseau’nun farklı bakışlar sunan bir
edebiyatın gerekli olduğu savı karşımıza çıkar[8].
1800’lü yıllarda Mme de Staël,
değişim ve ilerleme kavramlarının edebiyatta incelenmesi gerektiğinin altını
çizmeye başlamıştır. Edebiyat tarihçileri 19. yüzyılda ortaya çıkan “Sosyolojik
Eleştiri” türünün, edebiyat dünyasında sonuçsuz tartışmalara bir nokta koymak,
edebiyat eserini öznel bakış açısından kurtularak incelemek amacıyla önem
kazandığını söylemektedir. “Sosyolojik Eleştiri”nin en önemli isimlerinden biri
olan H.
Taine her toplumun kendine ait bir edebiyatı olmasının
nedenini açıklarken, edebiyat eserlerinin ırk, ortam ve dönem üçgeninde
incelenmesi gerektiğinin önemini vurgulamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder